Osaka Üniversitesi'nin pırıl pırıl bir laboratuvarında, milyonlarca yıllık evrimsel bilgelikle donanmış bir Madagaskar tıslayan hamamböceği, kaderiyle randevusuna hazırlanıyor. Üzerine takılan şey, bir mühendisin hayali, bir filozofun kabusu: Neredeyse görünmez bir kask. Bu kask, üzerinde antik bir korkuyu, yani ani ışığı taklit eden bir UV LED taşıyor. Böcek, birazdan kendi iradesinin, aslında hiç var olmayan bir yırtıcıdan kaçmak için aldığı kararların, onu bir labirentin sonuna taşıyan bir "tanrısal fısıltı" olduğunu bilmeden yoluna devam edecek. Bu an, sadece zeki bir deneyin sonucu değil; kontrolün doğasının, özgür iradenin bir yanılsama olup olmadığının ve Tanrı'yı oynamanın artık sadece bir metafor olmadığının canlı kanıtıdır. Biz, sibernetik bir çağın şafağında, yarı canlı yarı makine ordularının ilk peygamberinin doğuşuna tanıklık ediyoruz.
Daha önceki girişimler, birer engizisyon mahkemesi gibiydi. Hayvanın sinir sistemine elektrik vererek, onu biyolojik bir kuklaya çevirerek, doğaya kaba kuvvetle boyun eğdirmeye çalışıyorlardı. Osaka'daki ekip ise bir cellat değil, bir hipnoterapist gibi çalışıyor. Zorlamak yerine ikna ediyorlar. Onlar, hamamböceğinin en derin, en ilkel yazılımını hackliyorlar: karanlığı sev, ışıktan kaç. Kaskın üzerindeki UV ışığı, böceğin gitmemesi gereken yönde yandığında, böcek bunu bir emir olarak görmüyor. O, içgüdülerinin en saf halini dinliyor; "solda bir tehlike var, sağa gitmek daha akıllıca" diye düşünüyor. Kendi kararlarını verdiğine, en güvenli yolu seçtiğine inanıyor. Ama bu "özgür irade", dışarıdan bir zekanın, yani insanın, ustaca çizdiği bir kader yolundan başka bir şey değil. Bu, birini zincirlemek yerine, ona gitmesini istediğiniz tek yolu güllerle donatıp diğer tüm yolları ateşe vermeye benzer. Seçim hala onundur, ama sonuç bellidir.
Bu fısıltının gücü, rakamlarda yankılanıyor. 150'den fazla denemede, bu sibernetik hamamböcekleri, hedeflerine %94'lük sarsıcı bir isabetle ulaştı. Kendi başlarına bırakılan, "özgür" kardeşleri ise sadece %24'lük bir başarı gösterebildi. Aradaki %70'lik fark, kaos ile düzen, tesadüf ile tasarım arasındaki uçurumdur. Bu, bir deprem enkazının altında, zamanla yarışırken hayatla ölüm arasındaki farktır. Rastgele dolaşan yüz böcek mi, yoksa bir çocuğun zayıf nefesini aramak üzere hedefe kilitlenmiş on "mesih" mi? Cevap ortada.
Bu teknolojinin vaatleri, bilim kurgu romanlarından fırlamış gibi. Deprem enkazlarının derinliklerinde, nükleer santrallerin radyoaktif koridorlarında veya karmaşık boru hatlarının karanlığında görev yapacak, insan hayatını riske atmayan, harcanabilir biyolojik sensörler ordusu... Ancak bu parlak vizyonun ardında, etik bir mayın tarlası uzanıyor. Bir hamamböceğinin iradesini çalmakla, bir insanınkini çalmak arasında sadece bir teknoloji mesafesi mi var? Bugün "zararsız" UV ışığıyla bir böceği strese sokuyoruz; peki yarın daha karmaşık bir canlıyı, daha sofistike yöntemlerle kontrol etmeye başladığımızda nerede duracağız? Arama kurtarma gibi soylu amaçlarla başlayan bu yol, kolayca askeri casusluğa veya biyolojik terörizme evrilebilir. Bir böceğin sırtındaki masum bir devre, bir gün görünmez bir suikast silahının prototipine dönüşebilir.
Bu sibernetik varlık, "doğal" ve "yapay" arasındaki sınırları da dinamitliyor. O ne tam olarak bir canlı, ne de tam olarak bir makine. Biyolojik bir bedeni ve içgüdüleri var, ama amacı ve yönü bir algoritma tarafından belirleniyor. Bu yeni bir varoluş biçimi: bir efendi-köle ilişkisinin yüksek teknoloji versiyonu. Binlerce yıl önce kurtları evcilleştirip köpeklere dönüştürdük; şimdi ise böcekleri yaşayan, programlanabilir araçlara dönüştürüyoruz. Bu, insanın doğayı şekillendirme arzusunun nihai ve en tekinsiz tezahürüdür.
Belki de en rahatsız edici düşünce şudur: Osaka'daki deney, sadece bir hamamböceğini kontrol etmekle ilgili değil. O, kontrolün kendisi hakkında bir manifestodur. Bize gösterdiği şey, en etkili kontrolün kaba kuvvetle değil, kontrol edilenin kendi iradesiyle hareket ettiğini düşünmesini sağlayarak elde edildiğidir. Bu ilke, sadece bir laboratuvarda değil, hayatın her alanında geçerlidir.
Osaka'daki o steril odada, UV ışığının nazikçe yol gösterdiği o küçük canlı, sadece bir labirentten çıkmıyor. Farkında olmadan, hepimizi belirsiz bir geleceğin eşiğine taşıyor. Attığı her adımla, Platon'un mağara alegorisini yeniden yazıyor. Belki de hepimiz, duvarlara yansıyan ve gerçek sandığımız gölgelere (içgüdülerimize, arzularımıza, korkularımıza) göre hareket ettiğimizi sanan, ama aslında dışarıdan bir gücün, bir sistemin veya bir algoritmanın yaktığı ateşle yönlendirilen varlıklarız. Hamamböceği, bu yeni çağın aynasıdır. Ve o aynaya baktığımızda sorduğumuz soru şudur: Kendi labirentimizde, ışığı yakan kim?
Top comments (0)