DEV Community

Haber Ajans
Haber Ajans

Posted on

Golem İsyan Ettiğinde: Plastik Canavarını Kendi Gözyaşlarıyla Yok Etmek

Eski bir Yahudi efsanesine göre, bir haham, kilden bir dev, bir "Golem" yaratır. Onu, topluluğunu koruması için görevlendirir. Ancak Golem, bir noktada kontrolden çıkar, yaratıcısına isyan eder ve bir yıkım canavarına dönüşür. Onu durdurmanın tek yolu, alnındaki "hayat" kelimesinden bir harfi silerek onu yeniden cansız kile dönüştürmektir. Yirminci yüzyılda biz modern insanlar, kendi Golem'imizi yarattık. Petrolün kara çamurundan, ona "plastik" adını verdiğimiz bir dev doğurduk. Hafif, ucuz, dayanıklı ve neredeyse ölümsüzdü. Onu, hayatımızı kolaylaştırması, ürünlerimizi koruması, medeniyetimizi ileri taşıması için görevlendirdik. Ve o, görevini kusursuzca yerine getirdi. Ama şimdi, o Golem isyan etti. Yarattığımız canavar, kendi ölümsüzlüğüyle gezegeni boğuyor. Okyanusları dolduruyor, canlıların midesine giriyor, en ücra köşelere sızıyor. Onu yok etmeye çalıştıkça daha küçük parçalara (mikroplastiklere) bölünüp daha da tehlikeli hale geliyor. Kendi yarattığımız ölümsüzlük, en büyük lanetimiz oldu.

İşte tam bu çaresizliğin ortasında, Japonya'dan, RIKEN Emergent Matter Bilim Merkezi'nden gelen bir haber, bu kadim efsaneyi yeniden yazıyor. Profesör Takuzo Aida ve ekibi, Golem'i kaba kuvvetle yenmeye çalışmak yerine, ona sihirli bir kelime fısıldamanın yolunu buldu. Onlar, Golem'in alnındaki o "hayat" harfini silmek için bir anahtar keşfettiler. Bu anahtar, okyanusun gözyaşı, yani tuzdan başkası değildi. Geliştirdikleri yeni nesil plastik, bir canavar gibi savaşmak yerine, bir bilge gibi teslim oluyor. Okyanusun tuzlu kollarıyla kucaklaştığında, yüzlerce yıllık inadından vazgeçip, saatler içinde nazikçe eriyor. Geriye ne bir iz, ne bir zehir, ne de o lanetli mikroplastik kırıntıları bırakıyor. Çözündüğünde ortaya çıkan organik moleküller, doğanın temizlikçileri olan bakteriler için bir ziyafete dönüşüyor. Yani bizim Golem, yaratıcısını yok etmek yerine, ona boyun eğip yeniden cansız, masum ve hatta faydalı bir kile, yani doğanın kendisine geri dönüyor. Bu, insanlığın kendi yarattığı canavarla yaptığı bir barış antlaşmasıdır ve bu antlaşmanın mürekkebi, okyanusun tuzuyla yazılmıştır.

Bu buluşun neden bir devrim olduğunu anlamak için, plastiğin hayatımızdaki kutsal ve lanetli yerini hatırlamalıyız. O, modern dünyanın temel taşı, "kullan-at" kültürünün tanrısıydı. Bize sunduğu kolaylığın faturasını yıllarca görmezden geldik. Ortalama 15 dakika kullandığımız bir poşetin, doğada 500 yıl boyunca bir yara izi olarak kalacağını düşünmedik. Birleşmiş Milletler'in, çok yakında okyanuslarda balıktan çok plastik olacağı uyarısı, artık bir distopya senaryosu değil, bir hava durumu raporu kadar sıradan. Bu kriz karşısında Japon bilim insanlarının yaptığı şey, sadece bir malzeme icat etmek değil, bir felsefeyi tersine çevirmektir. Onlar, sorunun çözümünün "kalıcılık" illetinden kurtulmakta, yani "geçiciliğin bilgeliğini" kucaklamakta yattığını anladılar.

Profesör Aida ve ekibinin kimyasal simyası, doğanın kendisinden ilham alıyor. Geleneksel plastikler, kırılması neredeyse imkansız, inatçı molekül zincirleriyle birbirine kenetlenmiştir. Japon ekip ise bu zincirleri, gizli bir "Aşil topuğu" olan özel bağlarla ördü. Bu bağlar, normal koşullarda son derece güçlü. Ama deniz suyuyla, yani tuzla karşılaştıklarında, kimyasal bir sihir gerçekleşiyor. Tuz iyonları, bu bağların yapısını bir anahtar gibi açıyor ve polimer zincirleri, bir fermuarın açılması gibi sessizce birbirinden ayrılıyor. Bu, bir yıkım değil, bir çözülmedir. Ve en kritik nokta, bu çözülmenin sonucunda ortaya çıkanların artık plastik olmamasıdır. Onlar, doğanın kolayca sindirebileceği, besleyici organik moleküllerdir. Plastik, bir atıktan bir kaynağa, bir sorundan bir çözüme dönüşüyor.

Bu teknolojinin potansiyeli, baş döndürücü. Tek kullanımlık ambalaj endüstrisinin, yani plastik krizinin baş sorumlusunun, bu buluşla yeniden doğduğunu hayal edin. Bir cips paketi, görevini tamamladıktan sonra, yanlışlıkla doğaya karıştığında, bir sonraki yağmurda veya denize ulaştığında, bir tehdit olmaktan çıkıp, toprağa veya suya karışan zararsız bir besine dönüşüyor. Bu, "atık yönetimi" kavramını anlamsız kılabilir, çünkü artık ortada yönetilecek bir "atık" kalmayabilir.

Elbette, bu sihirli kelimenin tüm dünyada yankılanmasının önünde engeller var. Bu yeni malzemeyi üretmenin maliyeti ne olacak? Milyarlarca tonluk küresel talebi karşılayabilir miyiz? Deniz yoluyla taşınan veya tuzlu gıdaları içeren ürünler için pratik çözümler geliştirilebilir mi? Ve en önemlisi, milyonlarca ton plastiğin aniden ekosistemde besine dönüşmesi, okyanusların hassas dengesini öngörülemeyen şekillerde bozar mı? Bu sorular, bilimin tedbirli adımlarla cevaplaması gereken meşru endişelerdir.

Ancak tüm bu pratik sorunların ötesinde, bu buluşun en derin etkisi psikolojimiz üzerinedir. Biz, kalıcı olanı değerli gören, anıtlar diken, miras bırakmaya çalışan bir türüz. Bu eriyen plastik ise bize farklı bir bilgelik fısıldıyor: Gerçek değer, sonsuza dek var olmakta değil, görevini hakkıyla yapıp, zamanı geldiğinde onurla yok olabilmektedir. Bu, doğanın döngüsüne, yani hayatın ve ölümün bilgeliğine bir saygı duruşudur. Bir nesnenin değeri, belki de artık ne kadar dayandığıyla değil, ne kadar zarif bir şekilde ortadan kaybolduğuyla ölçülecektir.

Sonuç olarak, RIKEN'deki bu keşif, sadece bir bilimsel makale değil, bir umut manifestosudur. İnsanlığın, kendi yarattığı en inatçı Golem'i, kaba kuvvetle değil, anlayışla, bilgelikle ve doğanın kendi kurallarına saygı duyarak yenebileceğinin kanıtıdır. Bu, sadece plastiğin değil, belki de insanlığın kendi kibrinin de okyanusun tuzlu sularında erimeye başladığı bir anın habercisidir. Belki de en karmaşık sorunlarımızın çözümü, doğayı fethetmeye çalışmakta değil, onun bize fısıldadığı sihirli kelimeleri dinlemeyi öğrenmekte gizlidir.

Top comments (0)